Rakı, Balık, Ayvalık diyerek yola çıktık… Balıkesir’in bu şirin ilçesi Ayvalık'ı daha önce hiç görmemiştim… Adı benim için bir tosttan ve zeytinyağı markasından ibaretti… Dağı taşı zeytin ağaçlarıyla süslü, nohut mayalı ekmeği ile ünlü Ayvalık…
Kökeni Girit’e dayanan biri olarak; geçmişimden izler yakaladım orada… Ama aklımı başımdan alacağını hiç düşünmemiştim… Evet, aklımı başımdan aldı…
Mis gibi kokan zeytinyağıyla, Ayvalık tostuyla, çeşit çeşit ot yemeğiyle, 100 yıllık evleriyle, dev zeytin ağaçlarıyla, denize sakin sakin kavuşan güneşi ve güneşi kucaklayan masmavi deniziyle, geceleri ay ışığıyla dans eden yakamozlarıyla, sımsıcak insanıyla, beni kendine aşık etti Ayvalık…
Sahil boyunca sıralanan kafeler, restoranlar, dondurmacılar, küçük küçük şirin dükkânlar… Otantik takıların sergilendiği tezgâhlarıyla, birbirinden ilginç dükkânlarıyla gerçekten daha ilk dakikalarında beni kendine bağlamıştı. Ama asıl hayranlığı henüz tatmamıştım o ilk ayak bastığım dakikalarda, lakin henüz Cunda’ya gidilmemişti ki… Orayı gördüğüm an ise ben burda yaşamalıyım dedim adeta… Tekneler yanaşıyordu iskeleye, turist kafilelerini taşıyordu ve eminim ki her biri benim gibi düşünüyordu… Bakışlarından sezinliyordum tüm bunları… Çünkü sanki cennetten bir diyardı Cunda...
Dalgınlığımı, lokantalardaki garsonların sesleri dağıttı. Bağırıyorlardı, “Rakı Balık Ayvalık” diyerek… Evet, sanki burası keyif insanlarının mekânıydı. Sadece tatil yapmak değil, hayattan keyif alanların, yaşadığı her günden anlam çıkartanların mekânıydı burası…
Denizin maviliği, Arnavut kaldırımları, tarih kokan evleriyle, geçmişin en güzel rengiydi Ayvalık…
Sonra aranmaya başladım acıkmış karnımı hangi güzel restoranda doyurabileceğimi düşünerek… Ayna dediler bana… Kendini görebileceğin en güzel ayna… Latife tabi…
Ayna Cunda’nın en güzel restoranlarından biriydi. Hem geçmişten hem de yenidünyadan esintileriyle kapısının önünden geçerken beni içeri çağırıyordu. Mis gibi kokan zeytinyağlı yemekleriyle annemin mutfağını hiç aratmıyordu… Dedim ya, Giritliyiz diye… Evdeki mutfağım da ota ve zeytinyağına doymuştur, o yüzden hiç yabancılık çekmiyordum… Benden bir tattı Ayna…
İçeri attım birden kendimi tezgâhın üzerindeki zeytinyağlılara uzun uzun baka kaldım, çünkü tüm masalardaki müşteriler benim gibi düşünüyor ve hiçbiri kalkmaya niyetli görünmüyordu…
Nafileydi bekleyişim… Benim ısrarıma mekân sahibi de karşılık vermek istiyordu nezaketiyle, ancak kime kalk diyebilirdi ki… Üzülerek ayrıldım oradan… Bol kedili Arnavut kaldırımlı sokaklarında başım önde yürüyerek sahil kesimine doğru yol aldım…
Yürüdüm, uzun uzun yürüdüm… Akşam saati olmuş ve karnım artık iyiden iyiye zil çalmaya başlamıştı… Tam olmak istediğim yerde, olmak istediğim zamandaydım. Garsonların, abla “Rakı Balık Ayvalık” sözlerine kulak vererek yaklaştım tezgâha… Seçtim balığımı… Ot ne varsa mezem olacaktı artık… Balık da ana yemeğim… Zeytinyağıyla pişen, Ayvalık sularından çıkan balığın tadı başka nerde olabilirdi ki… Oturdum denizin kenarına, hafif hafif esen rüzgârın eşliğinde beklemeye başladım masamı süsleyecek güzel balığımı… Kediler bile bir başkaydı orda… Kedi demeye bile dilim varmıyordu ki… Belliydi onlar da Ayvalık'ın bereketinden nasiplerini almışlardı. “Her biri aslan gibi maşallah” diyordum içimden… Ama alışık olmadığım bu görüntü beni ürkütmüyor da değildi. Zira ayaklarımın üstünden geçerek, benden korkmadıklarını, balığımı paylaşacaklarının ilk sinyallerini veriyorlardı adeta. Ayvalık klasikleri papalina, kabak çiçeği dolması, fava, semizotu, deniz börülcesi, kocaman bir tabak çoban salatası… E daha ne olsun ki… “Bir kadeh de Ege’den bir rakı alabilir miyim?” E, ne de olsa Ege’nin incisi İzmir’den geldik değil mi?
Ağır ağır, serum damlaları gibi akan zamanın damarlarıma doldurduğu o ılınma, gevşeme halleri nasıl da güzeldi! Soğuk kış günlerinde burnumu atkıma saklayıp parmak uçlarıma hohlarken, refleks halinde omuzlarımı kasarken anımsamak üzere o anları cebime attım. Ve, "Mutluluk şu andan başka bir yerde değil…" diye fısıldadım kendi kendime…
Benim Cundam böyleydi işte..
"Eninde sonunda buralı olacaksın" diye bir altyazı geçti kafamdan, dönüş yolunda.
Eninde sonunda, ama hemen değil... Ayvalık'a kaptırmıştım kendimi… Zamanı kovalamıyordum, gün batımını farklı seyrediyordum… Denizin mavisini bambaşka görüyordum… Kahvaltımı yavaş yavaş yapıyor, yemeklerimi uzattıkça uzatıyordum… O esinti, o serinlik… Yaz gününde alev alev yanan şehrimden o kadar farklıydı ki… Uzun yürüyüşler yaptım sokaklarda… Evlere baktım hayranlıkla, günün birinde burada yaşamayı düşleyerek…
Orda belki elinize aldığınız kitapla bir ağaç altında uyuklar, deniz kenarında bir kafede sabah çayınızı ya da kahvenizi içtikten sonra dar sokaklara girip saatler boyu yürür, yorulduğunuzda bir kahvede soluklanıp koruk suyu, dut şerbeti ya da limonata içersiniz...
Belki bir gün siz de Ayvalık Cunda’dan benimle aynı anda geçersiniz…
0 yorum:
Yorum Gönder